Utanç

Kütüphanelerimi kurcalarken lise birinci sınıfta virüsler üzerine hazırladığım dönem ödevine rastladım bugün. Bu çok sevgili yarı canlıların keşfi, anatomisi, çeşitleri ve nanometrik yavrularını nasıl dünyaya getirdiklerine dair, kendi çapımda hoş bir çalışmaya imza atmışım. O zamanki Photoshop bilgim dahilinde yaptığım uyduruk hayat döngüsü çizimleri hoş olmamış belki ama notumu yükseltmemi sağlamıştı hatırladığım kadarıyla. Şimdi de unuttuğum bazı detayları hatırlamama yardımcı oldu, güzel oldu.

Lakin son sayfaya geldiğimde, "Virüs Mucizesi" başlıklı bölümü utanç içerisinde okudum. Sonundaysa ne yazık ki şöyle bir cümle uğurladı beni:

Yeryüzündeki tüm mükemmel eserler gibi, bu canlı da bu eserin yaratıcısının gücünü ilan etmektedir. İnsanlar kabul etse de, etmese de bu mutlak olan bir gerçektir.

Zaman zaman yazılarımın sonunu başından önce yazar, kapanışa hep özen gösteririm. O zamanlar da bunun "etkileyici bir son" olduğunu düşünmüşüm belli ki. Bilmemek değil öğrenmemek ayıptı ya hani; onu zaten biliyordum, bilmediğimin de en azından bir kısmını zamanla öğrendim. Ama biyoloji dersi için hazırladığım dönem ödevine kaynak olarak "Kuran ve Bilim" başlıklı bir internet sitesini seçen o günkü aklımdan mı, yoksa beni bu konuda uyarma ihtiyacı duymayan biyoloji öğretmenimden mi utansam, karar veremedim...

Özgürlük

“Sadece inan” demişim kendime, neredeyse yedi yıl önce. Buna rağmen mantığı ve düşünceyi her daim ön planda tutan ya da tuttuğunu sanan ben, alışkanlığın getirdiği tuhaf kabullenmelere rastladıkça zihnimdeki her köşe başında, özgür düşüncenin bugüne kadar benim için tam anlamıyla var olmadığını anlıyorum. Onun yerini alan bir varlığın var olduğuna kendimi ikna etmişim, olmama ihtimalini öylece sorgulayıp, başarısız olup, tekrar özüme dönmeyi bekliyormuşum. Herkesten önce kendine karşı dürüst olmalı ya insan; ben, sanki başaramamışım.

Bugüne ancak bugün, yirmi iki yaşına bastığımda mı gelmem gerekiyordu sahiden? O yedi yılı nerede, ne yaparak kaybettim ben?

İnancımı, ya da inançsızlığımı, çekinmeden söylemeye çalışıyorum artık. İhtiyaç duyduğumda, gücümün yetmediği durumlarda sığınabileceğim yeni evrenler var. İnsanlara, insanlığa, canlı veya cansız tüm varlıklara bakış açım değişiyor, sevmeyi öğreniyorum yavaş yavaş. Ufkumun genişlediğini hissedebiliyorum. Deliler gibi hayatın benim için önceden belirlenmiş amacını aradığım günler geride kaldı. Bazı gerçekleri kabullenmek hâlâ güç ve hep öyle kalacak. Hâlbuki iyi ya da kötü; tepemde beni yönlendiren bir ebeveyn varken her şey ne kadar da kolaydı...

Yakın zamana kadar ufak tefek gelecek planlarının yanında hayata dair, insanlık adına ulaşmak istediğim yegâne hedefti bilim ile dini ortak bir noktada buluşturmak. Dinî bilgilerden de faydalanarak düşünmek, bilimsel çalışmalar yapmak, geçerliliklerini gözler önüne sermek istiyordum. Sonuç ne olursa olsun kazanan insan olacaktı; bir birey değil, bir bütün olarak. Şimdi anlıyorum da ne kadar naif bir hayalmiş, kendi içinde nasıl çelişkiler barındırıyormuş ki daha ilk aşamadan paramparça oldu. Düşünen, sorgulayan, bir şeyleri anlayıp açıklamaya çalışan ve bunu dürüstçe yapan bir insanın hangi yolu seçeceği bundan daha açık olamazdı.

Hepimiz aynı düzenin bir parçasıyız ve hemen içimizde başlı başına bir parça düzen var. “Kendini bilmek” de bu değil mi? Varlığımızı bütünlüğüyle algılayabilmek...

Gerçeklere ulaşmak için özgürce düşünüp düşüncelerimizi dürüstçe ifade edebilmemiz, geçmişe ait inanışlar günümüzde tuhaf anlatılara dönüşürken bugün nelere inandığımıza yarının çerçevesinden bakabilmemiz gerek. Aklımızdaki boşlukları inancımızla, inancımızdaki boşlukları yine aklımızın bir diğer köşesinden çıkan yorumlarla doldurmaya lüzum yok. Kendimizi veya başkalarını -beyaz yalanlarla da olsa- kandırmaya çalışmaya, insani değerleri insanüstü varlıklara dayandırmaya... Zamanla ne dünya, ne güneş, ne de diğer milyarlarca ve milyarlarca yıldızın bizim etrafımızda dönmediğini anladıysak, diğer tüm canlıların ya da kuzenlerimizin arasındaki -kimine göre aşağılayıcı, kimine göre olağanüstü- yerimizi kavradıysak, sınırlarımızın ve acizliğimizin daha önce hiç olmadığımız kadar farkındaysak, buna rağmen düşünmekten, sorgulamaktan ve ilerlemekten vazgeçmiyorsak, başka bir şeye ihtiyacımız var mı?

Yok elbette. Kâinat ile aramızda bir aracıya da ihtiyacımız yok, hiç olmadı. Kusurlu olanı sevmek de en az gerçekleri kabullenmek kadar güç ve bu düzen içindeki düzen değişmedikçe hep öyle kalacak. Hâlbuki mükemmel bir varlığın hayalini kurup ona âşık olmak ne kadar kolaydı...

Nadas

Doksan sekiz yılının sonunda yazmıştım ilk kez, on yaşındaydım. İçine her türlü duyguyu ektiğim bir sevgili günlük oldu odamda. Mutluluktan akan yaşları, uzun bir yolculuğun tıkırtılarını, gözlerimdeki ağır perdeyi ve yüzyılın en sıcak kışını da yazdım yazdığım diğer her şeyle birlikte. Benden başka kimse okumadı benim okuduklarım haricinde; ama bazen hepsini birden okumak istedim ki yardımcı olsun anlamak isteyenlere. Konuşamıyordum veya konuşmuyordum ama az da olsa yazıyordum. İlk hangimiz verdik selamı hatırlayamasam da izdiham ile tanıştım; yazdıkça sevdim ve yazdım ve yazdım daha önce hiç yapmadığım kadar. Derken öylesine istedim ve özledim ki yalnızlığı, terk ettim kalemi en çok sevdiğimle birlikte. On yıl boyunca yazdığım o defterin son sayfası asla dolmadı.

Şimdi bakıyorum da, bir yıl olmuş yazmayalı. Hayatımla özdeşleştirmenin getirdiği saf bir batıl inançtan ötürü bir türlü dokunamadım o sayfaya. Aynı defterden bir tane daha buldum ki komik denecek kadar kolay oldu bu, fakat hep bir bahane aradım ona layık bir başlangıç yapabilmek için. Aynı şey burası için de geçerliydi. Bir sevgili günlük değildin belki ama sen de sevgiliydin okur. Bunca zaman yazma ihtiyacımı farklı mercilerde karşılamaktan başka çare bulamadım. Bazen bir dergi oldu bu bazen mavi kaplı bir defter; hem açık hem saklı sayfalara ve hatta gerçek anlamıyla suya bile yazdım yazmak istediğimde. Yine de biraz kendimi ve en çok da seni özledim. Yine az uyudum, uyumadım, yazdım. Ne sana layık oldu olmasını istediğim gibi, ne de sık yazacağım eskisi gibi ama ileriye doğru bir adım olsun bu. Ve sen bir yana o defter ki örtünün altındaki hayat; artık dinlenmiş olmalı.